Ben ne yirmi beş oldum ne otuz beş ne de kırk beş. Bana sorarsanız ben halen yedi sekiz yaşlarındaki o yaramaz, sokaktan geri gelmeyen eşkiya çocuğum. Evet, eşkiya doğru duydunuz. Ne o çocuk beni terketti ne de o eşkiya ruhum gönül dağlarımdan aşağıya indip uzak diyarlara gitti. Siz böyle durduğuma bakmayın ben herşeyde bir güzellik de ararım, hinlik de. Hinim ben hin. Gülerken ağlar, ağlarken de gülerim. Sonra ne sağım belli olur ne solum. Bir bakmışsın yürürken oturuyor, otururken yürüyorum ben bu alemi fersah fersah.. Aklımı yakalayabilene aşkolsun. Fikirden fikire koşan bir çocuk var tam da kafamın orta yerinde. Bu yazma isteğim de misal onun isteği. Bu gece de hadi gel eşkıyalıklarından bahsedelim dedi. Kıramadım.
Dostlar ben çok fena bir kız çocuğuydum biliyor musunuz? Sokaktan eve girdiğimi hatırlamam. Hatta öyle ki babam ile annemin işten gelip arabalarını park ettiğini görene kadar eve çıkmaz, onlar asansöre bindiklerinde ise koşar adım merdivenlerde 2. kata varır, onlar yukarı çıkmadan eve girdiğim gibi kapıyı tekrar açar saatlerdir evdeymiş gibi onları sırıtarak karşılardım. Tabi babaanne faktörünü atlayarak. Babaannem (azılı rakibim) beni her daim ele verirdi. O aslında bana gönderilmiş çok özel bir insandı ama eşkiya Seda ne anlar o dönem. Aramızdaki bu rekabet onun erkek kardeşime duyduğu yoğun sevgi ve ilgiyi asla değiştirmedi aksine zamanla daha da perçinleştirdi. Doğu kökenli bir ailenin kız çocuğu olarak ben her daim bir adım geride olmam gerektiğini babaannemin bana olan sevgisizliğinden ve itip kakmasından öğrendim ama asla boyun eğmedim ve kendi içimde bir çok yöntem geliştirerek savaştım. Yani o eşkiya ruh babaannemin bana yadigarıdır. Allah rahmet eylesin. Minnet ile anıyorum. Rahmetliye ben de az çektirmedim. Neler mi yapardım? Neler yapmazdım ki?
Bir kere ben kız çocuğu değil erkek çocuğuydum kendimi asla bir kız çocuğu olarak görmedim ve asla kızlarla oynamadım. Mahallenin benden küçük erkek çocuklarını örgütler onları yönetirdim. Okuldan eve saat 12:30 gibi gelirdik o zamanlar ve yemeği yediğim gibi ders filan hak getire sokağa fırlar tayfamı toplardım yamacıma ve günün görevini tebliğ ederdim onlara: “Bugün bakkaldan ciklet çalacağız”.. Evet yanlış duymadınız “çalacağız” derdim. (Bu arada bakkal bana açık hesap istediğim her şeyi alabiliyorum bu ayrıntı biline) Onlara kafamdaki planı anlatırdım. Ya bakkalı lafa tutma görevi benim olurdu ya da onların artık çalma işinden de kim görevli ise de çikletleri o indiragandi ederdi cebe. Allaaahhh bayram ederdik sonra sanırsın o çikletler baldan tatlı. Yine de çocuk aklı işte üç dakika çiğner şekeri bitince tükürüverir atardık cikletleri yere.
Yaramazdım ben akıl alır gibi değildi enerjim. Karşı komşumuz Ertürk’e gittiğimizde annesinin evhamlı bir kadın olduğunu sezdiğimden mutfağa gittiğinde avizeyi sallar deprem oluyor diye bağırırdım. Kadın salona geldiğinde sallanan avizeye bakar ve bir an taş keserdi. Sonra bahçedeki kedileri altıncı kattaki evimize çıkartırdım. Herkes “Kediler dokuz canlıdır.” derdi ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler ölmezlermiş. Merak işte. Yine de tatmin olmazdı eşkiya Seda ve bu yüzden en az üç kedi attığımı bilirim altıncı kattan aşağıya. “Minareden at beni aşağı inip tut beni.” derler ya nerdeee… hayvanı tutamasam da attığım gibi arkasından bahçeye iner kontrolünü yapardım. Gerçekten hiç bir şey olmamış gibi kalkar yürürlerdi gariban hayvanlar biliyor musunuz? Ahh ahh.. Şimdi anlatırken bile içim acıyor. Ama mahallenin kedilerinin benim ile ilgili tek sıkıntıları bu değildi. Onları çiftlestirmek için de yoğun bir mesai harcadığımı hatırlıyorum ama başarılı olduğum söylenemez. Beğendiğim erkek ve dişi kedileri yanyana getirip onları bu konuda bile komuta etme isteği hangi çocuğun aklına gelirdi ki. Tabi ki ancak eşkiya Seda’nın.
Bunlar hiç bir şey. Cin olmadan adam çarpacak kadar hin olduğumu hatırlıyorum. Eve gelen misafirlerin yaka silkerek ben ve örgütlediğim kardeşimden kaçtığını, tüm incir ağaçlarının dal ve yapraklarının liğme liğme ettiğimi, alt komşumuz yaşlı, tonton çiftin guguklu saatlerine olan takıntımdan dolayı günün her saati kapılarında biterek evlerine elimi kolumu sallayarak girip saatlerce vakit geçirmemi, (Allah rahmet eylesin hiç bir gün onlar tarafından kötü muamele görmediğim gibi sevgi ile karşılanmışımdır) sinir oldugum üst komşuyu deli etmek için ise özellikle gürültü yaptığımı hatta sopayı elime alıp tavanlara vurarak onu çıldırtmamın sonunda üstünde sadece slip bir donla aşağıya inen moruğa kapıyı açarak onu muhatap olmak zorunda bıraktığım babaanneme kahkahalarla güldüğümü hiç unutmam.
Bugün o yüzden nerde yaramaz ve çok hareketli bir çocuk görsem gülümserim ona pek de kızamam. Bir öğretmen olarak bile sadece kızmış gibi yaparım en fazla lakin bilirim oralarda bir yerlerde ilgisiz ve sevgisiz küçük bir çocuk var. Siz siz olun çocuğunuzu koşulsuz sevin. Ona tüm ilgi ve alakanızı verin. Unutmayın ki o çocuğun gerçek kimlik ve karakteri kimsenin değil sadece ve sadece sizin eserinizdir ve sevgili dostlar istisnasız her çocuk ilgi ve sevgiyi hakkeder.
Ali ihsan Konuklu der ki
İnsan çocukluğunu kendi yaşam apartmanının temeli yapar, güzel bir yazı olmuş
Seda Kiriş der ki
Çok teşekkür ediyorum.